15 Aralık 2020 Salı

BÜYÜK BUDAPEŞTE, KÜÇÜK MUTLULUKLAR

 



BÜYÜK BUDAPEŞTE, KÜÇÜK MUTLULUKLAR


Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel) 2014 yılında gösterime girdiğinde seyirciler salonda ne izleyeceğinden az çok emindi. Herkes nasıl bir deneyim yaşayacağını kafasında kurabiliyordu çünkü yönetmen Wes Anderson’ın oturmuş tarzına hayranları kadar onu ilk kez izleyecek seyirciler de hâkimdi.

Filmografisinde Rushmore (1998), The Royal Tenenbaums (2001), Moonrise Kingdom (2012) gibi filmler bulunan yönetmen teatral unsurları sinemanın kurgu gücüyle birleştirerek tek nokta perspektife sıklıkla başvurarak bunu adıyla anılan bir tarza çeviriyor. Büyük Budapeşte Oteli de filmografisi içinde en ciddi işi denilebilecek bir noktaya oturuyor.



Kötücül bir tat bırakan sonları seven yönetmen bu defa bizi bir doz fazla üzüyor. Bunun sebebi artık anlattığı dünyanın insanlarının aramızda olmaması. Dünyanın o büyülü zamanlarındaki insanlar ne yazık ki artık aramızda yoklar ve biz Büyük Budapeşte Oteli’nde bunları izliyoruz.

İşte başrolümüz Bay Gustav tam da o eski ve büyülü dünyanın insanlarından biri. Tam bir beyefendi, işini bilen ve nerede ne yapması gerektiğini çok iyi bilen bir adam. Hapishanede bile.

Ralph Fiennes usta oyunculuğunu bu defa komedi türünde bize göstererek unutulmaz performanslarından birini sergiliyor. Tony Revolori ise ona çırağı gibi seyircilerin özdeşleşebileceği saf ve masum bir karakterle eşlik ediyor.

Siyasi bir fonda gelişen küçük öykülerin filmi Büyük Budapeşte Oteli, Stefan Zweig’tan ilham alınarak yazılıyor. Aşk, intikam ve kıskançlığı tüm boyutlarıyla ve kendine has çocuksuluğuyla anlatıyor Wes Anderson.

Bize masalsı bir sanat yönetimi içinde ciddi olayları ustalıkla sunan film bunu yaparken Stanley Kubrick’in imzası haline gelmiş tek nokta perspektif tekniğini de her zamanki gibi kullanıyor. Yer yer Roy Andersson filmlerinin muzipliğini de taşıyan Büyük Budapeşte Oteli, seyirciye hissettirilmeden yapılan ufak kamera hareketleri ve sabit çerçeve içindeki hareketle bize hikâyeyi en başarılı şekilde anlatıyor.

Renk kullanımı takdire şayan. Kostümünden set tasarımına kadar özgün bir renk paleti kullanan yapım dijital renklendirme alanında da ortaya benzersiz bir iş çıkarıyor. Karakterlerin hayata bakış açılarını küçük eşyalarla, giysilerle ve fontlarla görselleştiriyor Wes Anderson.

Fontları kurgu aşamasında sürekli değiştirdiğini söyleyen teknik ekip yönetmenin fontlara ne kadar önem verdiğini açıklıyor. Tümcenin içeriğinden önce görsel algıya hitap ettiğini bilen yönetmen fontlarla bizi anlatacağı öyküye hazırlıyor. Filmin ikinci bölümü için kullanılan font bize işlerin ne kadar ciddileşeceğinin mesajını veriyor. Wes Anderson’ın Foreshadowing tekniğini çok iyi kullandığını söyleyebiliriz. İma etme tekniği de diyebiliriz bunun adına. Yönetmen seyirciye öykünün gideceği yeri göze sokmadan ufak ayrıntılarla hissettiriyor.

Şimdi ilginç bilgiler:

Yazar, yapımcı ve yönetmen Wes Anderson'ın kariyerinde bugüne kadarki en yüksek hasılata sahip film.

Wes Anderson'ın Bill Murray ile yedinci işbirliği.

Otelin iç sahnelerinin çoğu terk edilmiş bir mağazada çekilmiş.

Filmdeki kurgusal Zubrowka Cumhuriyeti, adını Zubrowka adlı bir Polonyalı votka liköründen almış.

Sanılanın aksine film küçük bütçeli, sadece 25 milyon dolara yapılmış. (Evet bu Amerikan filmleri için küçük bütçeli sayılıyor.)

Filmde görünen tüm gazete başlıklarını ve haber metinlerini Wes Anderson kendi yazmış.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder